Alamut Kalesi: Tarihin İzinde Bir Yolculuk
Yüksekliğe doğru tırmanırken oksijenin azalması, nefes almayı zorlaştırıyordu. Dik yamaçtan kaleye çıkan merdivenler yalnızca yarım metre genişliğindeydi ve aşağı bakmak bile ürkütücüydü. Osman’ın yükseklik korkusu aniden belirdi; yolun ortasında kalakaldı ve aşağı bakamaz hale geldi. Ben de yükseklikten korkuyordum ama Osman’ın korkusu daha fazlaydı. Bazı yerlerde onu elinden tutarak tırmandık.
Bir süre sonra yol, ahşap merdivenlere dönüştü. Ahşap merdivenler daha rahattı; her iki yanında tutunacak demirler vardı. Nihayet kaleye ulaştık ve tam karşımda, kartal yuvası gibi bir kale belirdi. Kale, devasa bir kayanın tepesinde inşa edilmişti, fakat tadilat altındaydı; her yer demir iskelelerle çevriliydi. Tadilat yapılmak istenmiş ama galiba yıllardır bu şekilde bırakılmıştı.
Alamut Kalesi, zihnimdeki hayalden daha küçük görünüyordu; büyük bir kayanın uç noktasında, adeta bir kartal yuvası gibiydi. Yaklaşık 20-30 merdiveni aştıktan sonra kalenin içine girdik. Kale kapısından içeri girdiğimde, buranın zengin bir krallığın kalesi değil, dünyaya korku salan bir örgüt merkezi olduğu hemen anlaşılıyordu.
Kale stratejik bir şekilde inşa edilmişti; içinde çeşitli bölümler ve kaya yontmalarıyla oluşturulmuş alanlar mevcuttu. Kaleler belki hepsi birbirine benzer, ama Hasan Sabbah ve haşhaşilerinin hüküm sürdüğü bu yer, tarihe damgasını vuran özel bir mekân olarak öne çıkıyordu. Burada olmak, onların dokunduğu duvarlara dokunmak ve yürüdükleri yolda yürümek müthiş bir duyguydu. Harabe taş duvarlara baktıkça, adeta gözlerimin önünde canlandılar. Hasan Sabbah’ın sert yüzünü ve haşhaşilerin ihtişamlı bakışlarını hissettim.
Kalenin içi çok büyük değildi; bence 150 kişilik bir yerleşim alanı vardı. Burada, Hasan Sabbah ve fedailerinin yaşadığı yer olmalıydı, alt düzeylerde ise halk tabakası yaşıyordu. Sabbah ve fedaileri, kartal bakışlı kaleden hem halkı yönetiyor hem de birçok sultan ve krallığa korku salıyordu.
Hasan Sabbah ve fedaileri, Alamut Kalesi'nin sarp duvarları ardında kurdukları dünya ile tarihe damga vurdular. Yüzyılların sisli perdesi, Sabbah’ın akıl keskinliği ve fedailerinin sadakatiyle örülmüştü. Alamut, sadece bir kale değil, bir inanç kalesi ve strateji merkeziydi. Sabbah, akıl oyunları ve dehayı inançla harmanlayarak burada bir mürit topluluğu oluşturmuştu. Fedaileri, ölümden korkmayan, dünyadaki tüm zevklerden feragat eden ve mutlak itaat eden bir disiplinle yetiştirilmişti.
Bu kalede, cennetin dünyadaki yansıması yaratılmıştı. Göz alıcı bahçeler, akarsular, güller ve egzotik meyvelerle dolu bahçeler hepsi şimdi karşımdaydı. Adeta ruhları teslim alan bir ilüzyon söz konusuydu. Sabbah’ın en büyük dehası, bu ilüzyonu yönetebilmesi ve fedailerini uğrunda can vermeye hazır birer gölge savaşçısına dönüştürmesiydi. Gerçek ve hayal, Alamut’un taşlarında iç içe geçmişti. Korku ve hayranlık, bu gizemli kale etrafında şekillenen iki temel duyguydu ve Hasan Sabbah ismi tarih boyunca hem bir deha hem de bir korku unsuru olarak anıldı. Şimdi ben de bu tarihi mekânda bulunuyordum.
Adım adım kaleyi gezmeye devam ettik; gezdikçe kalenin büyülü atmosferi beni etkiliyordu. Alamut Kalesi’nin içi, sanki yeryüzünden koparılmış ve başka bir boyuta yerleştirilmiş gibiydi. Her köşesi ve her odası insanı içine çeken bir gizemle doluydu. İçeri adım attığım anda, kalın taş duvarların soğukluğu, dar koridorlarda yankılanan ayak sesleriyle birleşerek birer sır haline geliyordu. Burada her şey, hem somut hem de soyut bir anlam taşıyordu; duvarlar yalnızca taş değil, tarih ve hikâyelerle dokunmuştu.
Kalenin merkezine yaklaştıkça, zamanın akışını hissetmek neredeyse imkânsız hale geliyordu. Işık oyunları ve gölgeler geniş salonlarda dans eder gibi süzülüyordu; her meşale alevi, duvarlarda ince ince işlenmiş desenleri ve eski yazıtları aydınlatıyordu. Bu yazıtlar, sabrın, bilginin ve zekânın simgeleri olarak yükseliyordu. Sessizlik, burada adeta bir şarkıya dönüşmüştü; bilgelik yankısına dönüşmüştü.
Alamut’un en derin odalarında, Hasan Sabbah’ın kurduğu o görkemli dünya yer alıyordu. Cennet bu dünyada bir kez var olsaydı, o da burada, bu büyülü atmosferde hayat bulurdu. Suyun şırıltısı, gül bahçelerinden yükselen keskin kokular ve renklerin göz alıcı cümbüşü, insanı zamanın dışına taşıyordu.
Kalenin en mahrem köşelerinde, Sabbah’ın fedailerinin eğitim gördüğü odalar bulunuyordu. Bu odalar, sadece fiziksel bir alan değil, aynı zamanda bir ruh inşa merkezi gibiydi. Her taş, her yüzey, fedailerin kararlılığına ve inançlarına ayna tutar. Burada insan, sınırlarını keşfeder ve kendini aşmayı öğrenirdi.
Alamut’un içinde gezerken, bu kalenin taşları adeta bir bilgelik fısıldıyordu; burası sadece dış dünyaya karşı bir kale değil, insanın kendi içine yaptığı bir yolculuğun mekânıydı. Bu büyüleyici yapı, gerçeğin ve yanılsamanın iç içe geçtiği, aklın ve kalbin birbirine dokunduğu bir dünya yaratmıştı.
Bir kaya üzerinde inşa edilmiş bu kaleyi adım adım gezerken büyülenmeye devam ediyordum; zaman durmuş gibiydi, sanki Hasan Sabbah’ın zamanına geri gitmiş gibi hissettim. Kartal yuvası kalenin en uç noktasına doğru ilerliyordum, Sabbah’ın dünyayı titrettiği yere doğru...
Asırlık kalenin dar koridorlarından yukarı çıkarken, birden haşhaşilerin siluetleri gözlerime çarptı. O haşmetli ve korkusuz bakışlarını gördüm. Karanlık bir koridordan çıkan Sabbah ve onu gölge gibi takip eden birkaç fedaisi, kalenin en uç noktasına doğru ilerliyordu; yüzlerce metre yükseklikteki kayanın zirvesine... Altta Sabbah’ın cennet bahçeleri vardı.
Keskin bakışları bir bana, bir bahçelere yöneliyordu. İçimi bir korku sardı; Hasan Sabbah’ın nefesini ensemde hissettim. Yerimden kımıldayamadım, ne ilerleyebildim ne de geri kaçabildim. Muhsin abinin beni çağırmasıyla kendime geldim: “Yukarı doğru gel.” Kendime geldiğimde, Hasan Sabbah ve fedaileri birden ortadan kaybolmuştu. Kalede yalnızca ben, arkadaşlarım ve birkaç kişi kalmıştık.
Yıkık duvarlar arasında nihayet en uç noktaya varmıştım. Ayaklarımın altında dev bir dünya vardı. İnsanların asırlardır söz ettiği cennet bahçeleri işte burada, Hasan Sabbah’ın yarattığı masal diyarında...
Hasan Sabbah’ın cennet bahçeleri, insanı büyüleyen bir masal dünyasını andırıyordu. Kalenin uç noktasından baktığımda, bahçeler cennetin sureti gibi kayaların yamacından süzülerek sonsuzluğa uzanıyordu. Yemyeşil ağaçlar gökyüzüne yükseliyor; dallarında çeşit çeşit meyveler asılıydı ve her biri, adeta insanın ruhunu tatlandırmak için yaratılmış gibiydi.
Bahçeler arasında çağıl çağıl akan berrak dağ suları, insanın içini serinleten bir huzur kaynağıydı. Bu suların sesi, ruhu saran bir müzik gibi akıyordu, doğanın kalbinden gelen bir ezgi gibi. Su kenarlarında özenle inşa edilmiş zarif köşkler vardı; bu köşkler, hem doğanın ihtişamını hem de insan elinin zarafetini yansıtan mükemmel eserlerdi.
Bahçelerin her köşesinde, adeta insanın hizmetine sunulmuş güzelliklerle dolu huriler geziniyordu. Bu huriler, cennet vaadinin somutlaşmış haliydi ve onların varlığı bile insanın aklını başından alıyordu. Renk renk çiçekler ve meyve ağaçları arasında dolaşırken, insan kendini bir rüya aleminde kaybolmuş gibi hissediyordu.
Bu bahçeler, sadece Hasan Sabbah’ın akıl oyunlarının bir parçası değil, aynı zamanda cennetin yeryüzündeki bir yansımasıydı. Her bir detay, bir ilahi elin dokunuşu gibiydi; insanın zihnini ve ruhunu büyüleyen, dünyadan koparıp başka bir boyuta taşıyan övgüyü hak eden bir diyar...
Yüzyıllar önceki bahçelerde yaşananlar gözlerimde canlanmıştı. Ancak kalenin bir de soğuk yüzü vardı; kartal yuvası gibi yüksek ve dik bir kaya, insanda derin bir korku uyandırıyordu. Alamut Kalesi’nin zirvesinde birkaç adım daha attığımda, kayanın keskin ve ürpertici dikliği iyice belirginleşti. Gözümün önünde, Hasan Sabbah’ın aklını başından alan güç gösterisinin o unutulmaz sahnesi belirdi. Sabbah’ın soğuk nefesi, gerilimle dolu havayı ağırlaştırırken, bir an durdu; sessizlik uğursuz bir yankı gibi etrafta dolaşıyordu.
Elçiler, Sabbah’ın karşısında çaresizce beklerken, kalenin taş duvarlarının arasından iki fedai belirdi. Yüzlerinde en ufak bir tereddüt dahi yoktu; gözlerinde sarsılmaz bir inanç parlıyordu. Sabbah, tek kelime etmeden, bakışlarıyla onlara emrini verdi. Korkutucu bir sükûnet içinde, fedailer yüzlerce metre yükseklikteki kalenin kenarına doğru ilerlediler. Rüzgâr, ölümün habercisi gibi, onları takip ediyordu.
Bir an bile duraksamadan, fedailer kendilerini boşluğa bıraktı. Bedensiz birer gölge gibi, Alamut’un devasa uçurumundan aşağı süzüldüler. Sessizlik aniden yerini ölümcül bir çığlığa bıraktı. Aşağıdaki kayalara çarpan bedenlerin yankısı, korkunun soğuk eli gibi elçilerin yüreğine indi.
Sabbah, o karanlık gözlerini elçilere çevirdi. Sanki bir an için onların ruhlarını okurcasına baktı. Gözlerinde ne acıma ne de pişmanlık vardı; sadece amansız bir güç… Soğuk bir sesle, kelimeleri ölüm kadar kesin ve katı bir biçimde söyledi: “Gidin, sultanınıza bu gördüklerinizi anlatın.”
Ardından arkasını döndü ve uzaklaştı. Elçilerin kalplerinde ölümün soğuk nefesiyle bıraktığı korku, Sabbah’ın arkasında bıraktığı en keskin izdi.
Kalenin tepesinde adeta büyülenmiştim. Birkaç fotoğraf çekerken, Alamut Kalesi’nden bir hatıra bırakmak istedim. Büyüleyici atmosferin etkisi altındaydım; ancak arkadan gelen Osman’ın ikazıyla kendime geldim: “Haydi inelim, geç oldu. Bunun inişi de var,” dedi. Fakat ben inmek istemiyordum. Ruhumun bu kalenin zirvesinde özgür olduğunu hissediyordum; sanki bu uçsuz bucaksız kayalardan aşağıya atlayacak ve bir kartal gibi süzülecektim.
İkinci ikazla birlikte inmeye karar verdim. Ne kadar yorulduğumu ya da susadığımı fark etmemiştim. Osman, kalenin içinde küçük bir kafe olduğunu söyledi. Gerçekten de, kalenin ortasında aşağıya doğru inen bir oyuktan içeri girdik. Mahzen gibi karanlık bir yerde, çay ve kahve içilebilecek bir alan yapılmıştı. Sessizlikle çevrili bu mistik ortamda bir Türk kahvesi içtikten sonra yavaşça aşağı inmeye başladık.
Ancak aklım ve ruhum hâlâ kalenin zirvesindeydi; o yüksekliğin verdiği özgürlüğü ve büyüleyici atmosferin etkisini hâlâ içimde taşıyordum. Bir buçuk saatte çıktığımız kaleden, yarım saatte indik. Yorulmuş ve bitkin düşmüştük. Aşağıya indiğimizde, yüksek dağlardan gelen ve Sabbah’ın cennet bahçelerine dağılan buz gibi suya ayaklarımızı soktuk, yüzümüzü ve ellerimizi yıkadık. Su gerçekten buz gibiydi. Bir süre serinledikten sonra, arabamızı bıraktığımız şirin bir otelin restoranına gittik. Yorgunluk çayımızı içtikten sonra, arabamıza binerek Tahran’a doğru yola çıktık.
Bölge halkıyla konuştuğumuzda, bize alternatif bir yol önerdiler ve aslında yeni yapılmış bir otoban olduğunu öğrendik. Meğer, iki gündür geçtiğimiz zorlu yollar yerine bu otobanı kullansaydık, çok daha rahat edermişiz. Alamut Kalesi’ne gitmek isteyenlere bu otobanı kullanmalarını tavsiye ederim. Yol halen yapım aşamasında olsa da herkes kullanıyor. Kazvin şehrinden otobana girip rahatlıkla Alamut Kalesi’ne ulaşılabiliyor. Biz eski yolu tercih ettiğimiz için dağlarda epey zorlandık.
Arabamıza binip, bahçelerden uzaklaşırken, kayanın üzerinde bir kartal yuvası gibi duran Alamut Kalesi’ne son bir kez baktım. Araba uzaklaştıkça, bir daha geri gelme umuduyla kaleye veda ettik.
Yolculuğumuz ne kadar zorlu olsa da, o manzara ve yaşadıklarımız zihnimde hep canlı kalacak.
Mevlüt Bayraktar / İran