Her şey önce küçük bir sarsıntıyla başladı. Masa yavaşça sallandı, oturduğum koltuk birden kaymaya başladı. Çevreme bakındım, arkadaşlarım da aynı şaşkınlıkla bana bakıyordu. Yüzlerinde beliren o korkulu bakışlar, hepimizin aklında aynı soruyu fısıldıyordu: Deprem mi oluyor? Henüz bu soruyu dile getiremeden, dairenin içini dolduran o derin uğultu duyuldu ve insanlar bir anda dışarı koşmaya başladı. Evet, deprem oluyordu. Şiddeti büyük değildi belki ama yaşadığımız bu an, Kahramanmaraş depreminin ağır izlerini taşıyordu. O büyük felaketin korkusu, insanların hafızasına kazınmıştı, sanki her küçük sarsıntı bir kez daha o acı günleri hatırlatıyordu.
Kahramanmaraş depremi, sadece binaları yıkmakla kalmamış, insanların ruhlarına da derin yaralar açmıştı. O gün yaşananların kokusu hâlâ havada asılı gibiydi; toz, beton ve umutsuzluk. Sanki bu korku, bu endişe, her an yaşanacak bir felaketin habercisi olarak insanların omuzlarına yüklenmişti. Depremin ardında bıraktığı o derin sessizlik, bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını haykırıyordu. Yıkıntılar arasında kaybolan hayatlar, geleceği belirsiz kalanlar, hep bir ağızdan sessiz çığlıklar atıyordu.
Arkadaşlarımla birlikte odayı hızla terk ederken, merdivenlerden aşağıya inen kalabalığın içine karıştık. Ne garip, o anda herkes kendi canını kurtarma derdindeydi. Yılların dostlukları, anlık panik içinde bir kenara itilmiş, herkes sadece kendisini dışarı atmanın peşindeydi. Bu, insanın en temel içgüdüsünün dışavurumuydu: Hayatta kalma içgüdüsü. O an, hayatın nasıl da ince bir ipliğe bağlı olduğunu anlıyorsunuz. Tüm planlar, hayaller, sevdikleriniz; her şey bir anda kaybolabilecek kadar kırılgan.
Dışarı çıktığımızda kalabalığın daha da büyüdüğünü fark ettim. Kimi ellerinde cep telefonlarıyla sevdiklerini arıyor, kimisi ise hâlâ depremin şokunu üzerinden atamıyordu. Korkunun vücut bulmuş hali, insanların gözlerinde açıkça görülüyordu. O an, bu küçük sarsıntının bile insanlarda nasıl derin bir iz bıraktığını düşündüm. Bir anlık bir deprem, geçmişte yaşanan büyük acıları yeniden uyandırmıştı.
Malatya’da meydana gelen bu 5.9 büyüklüğündeki deprem, neyse ki büyük bir yıkıma yol açmamıştı. Kimseye bir şey olmamıştı, çok şükür. Ama bu ufak sarsıntı bile, insanların içine yerleşen o derin korkuyu açığa çıkarmaya yetmişti. Çünkü depremler, sadece binaları yıkmaz; insanların ruhlarına da dokunur, zihinlerine kazınır ve yıllarca orada kalır. Yıkılan bir duvar yeniden inşa edilebilir, ama insanların içindeki korku ve belirsizlik, o duvarlar kadar kolay onarılamaz.
Deprem, sadece yerin değil, insanların da içini sarsar. Her sarsıntı birer hatırlatıcıdır; yaşamın ne kadar kırılgan olduğunu, her şeyin bir anda değişebileceğini. Belki de bu yüzden, insanlar her küçük sarsıntıda kendilerini dışarı atar, kendilerini ve sevdiklerini güvence altına almak için çırpınır. Ama o an, herkes tek başınadır. Herkes kendi korkusuyla baş başa, kendi mücadelesini verir.
Kahramanmaraş depreminin izleri, bu sarsıntıyla yeniden canlanmıştı. Bir yıkıntının altından çıkan o hüzün, o çaresizlik, hâlâ insanların kalbinde yankılanıyordu. Belki bu depremde kimse hayatını kaybetmemişti, ama geçmişin travması her birimizin omzunda bir yük gibi duruyordu. Yıkılmayan binaların altında ezilen, insanın içindeki o derin korkuydu.
Tarihin derinliklerinden gelen bu felaketler, insanlığın hafızasında sonsuza dek iz bırakır. Yüzyıllar geçse bile, her yeni sarsıntıda o eski acılar yeniden gün yüzüne çıkar. Ve biz, her depremde, bir kez daha hatırlarız: Hayat, bir anlık bir sarsıntıyla altüst olabilir. Ama asıl yıkım, insanın içinde başlar; çünkü yıkılan binalar tekrar inşa edilir, ama yıkılan umutlar, ruhlar, korkuyla dolmuş zihinler asla eskisi gibi olmaz.
Mevlüt Bayraktar / Siverek
16.10.2024